11 Temmuz 2010 Pazar

Çok Derinlerde



Başını ellerinin arasına sıkıştırmış, kendi çığlıklarını duymamak için çırpınan insanın tek sığındığı yine kendi iç sesi değil midir? Çoğu zaman bu iç sese kulak vermek acı verse de, doğruları tek söyleyendir. Gemisinin fırtınada olduğunu anlatan, uçurumun kenarına geldiğini söyleyen hep bu iç sestir. Ruhumuz iç sesimizi bize duyurmak için yaşamımız boyunca çaba harcar, bedenimizle meşgul olurken biz ruhumuzu yok sayar, hatta nefret ederiz ondan. Doğruları söylerken canımızı acıtan dostumuza yaptığımız gibi, ruhumuza da üvey evlat muamelesi yapar, hatta hayatımızdan tamamen çıkarırız.

Gün gelip bedenimiz yaşlandığında, eski güzelliği kalmayıp da insanlar ruhumuza yöneldiğinde gerçeklerin farkına varır, en ücra köşelere ittiğimiz asıl dostumuzu, benliğimizi yerinden çıkartmak için uğraşırız. İş işten geçtikten sonra, karanlık dehlizde yaşamaya alışan ruhumuz direnir oradan çıkmaya, biz çektikçe eski kırgınlıklarını, itilmişliğini hatırlar ve daha da küçülür, ufalır, yok eder kendisini.

“Nerede hata yaptım, ruhumu derine ne zaman ittim” diye düşünüp kafa yorarken biz, bir zamanlar avaz avaz bağırıp bizi uyarmaya çalışan o kadim, ancak küsmüş (küstürülmüş) dost, artık intikam diye sayıklamaya başlar. Acı çekip kıvrandıkça, ona elimizi uzattıkça gözleri pis pis parlar. Parlayan sadece gözleri değil, bizim her geçen gün yalnız bırakarak onu içine attığımız koyu karanlıktır. İçimizdeki aydınlık o kadar küçüktür ki, çekip çıkaracağımız anda karanlığın içinde iyice ufalanır, zerrelere ayrılır ve en sonunda tamamen kaybolur.

Pes edip, ahlarla vahlarla kalan zamanı geçirmek, geçmişi anıp keşke diye sayıklamak kalır payımıza. Aslında aldanmak çok kolaydır, ama aldandığımızı farketmek en zoru. Geç farkedişler bitişe yaklaştıırır daha çok. Sırf bu yüzden yaşam çoğu zaman tıkanmış, hiç ilerlemeyen bir trafiktir. İnatla yola çıkan, her gün aynı yolları gidip gelen insanlarsa içimizden biridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder